IŞIK, Zafer (2005) *
Geçtiğimiz temmuz ayında, vefâtının 5. yıldönümünü saygı ve özlemle andığımız merhûm Cinuçen Tanrıkorur’a atıfta bulunmak amacı ile “Biraz da Müzik” diyerek kolları sıvayalım istedik. Rahmetli Cinuçen, ancak peygamberin Allâh’ına sadâkat, şevk ve muhabbet bağı beslediği gibi, bu mûsikîye herşeyini vermiş bir mûsikî velîsi idi. Kendisini mûsikîşinas hisseden yeni nesilin, hatta gelecek nesillerin bile rahmetliye hesap vermeleri gereklidir. Evet, nasıl bugün her doğan bilmem kaç bin para borç ile doğuyorsa bu topraklarda, aynı şekilde Dede Efendi’den, Cemil Bey’e; Rauf Yektâ Bey’den Cinuçen Tanrıkorur’a da külfetli bir borç içinde doğar. Borçlarımızı ödemenin yolları vardır, ancak önce kime ve neden borçlu olduğumuzun bilincine varmamız gerekiyor.
Borç Yiğidin Kamçısıdır
Çöllerin ıssızlıklarına ve kuraklığına rağmen, bazı yerlerinden hurma ağaçları ve göletler fışkırır. Bu coğrafik oluşumların dağılışlarının bir sebebi yoktur; orada öylece oluşur. Mûsikîde, özellikle bizim mûsikîmizde, bu tür vahalar sıklıkla oluşur ve kaybolur. Bunlar nasıl oluşur peki? Bu vahaların oluşması ne kişinin eğitimi ne de mensub olduğu ırka bağlıdır. Türk Mûsikîsi o kadar derin bir kuyudur ki, konservatuvarlardan istediğiniz kadar öğrenci mezun edin, isterseniz her saniye besteler üretin, asırlar sonra baktığınızda bu kuyuyu ancak bir su damlasının doldurduğu kadar doldurduğunuzu görebilirsiniz. Kimler girmedi ki bu kuyuya… Bu su damlasındaki mineraller, mûsikîmizin büyük üstadlarından mürekkebtir. Gerek icrâcı gerekse dinleyici olan biz mûsikîşinasların görevi ise, bu minerallerin hayatta kalabilmesini ve vücuda gerekli fâideyi vermesini sağlayan molekülleri meydana getirme görevidir. Peki biz neden mineral olamıyoruz? Olabiliriz elbette, ama neden herkes peygamber olamıyor… Bu iki sorunun cevabı aynı olsa gerek.
Hazır merhûm Cinuçen Tanrıkorur ile başlamışken şunu söylemeden edemeyeceğim: Rahmetli: “sevgili gençler!” diye diye bize rahat yüzü göstermedi sağolsun. Biz de bu sarsıntıya dayanamadık sonunda, bu fakiyr de elinden geleni yapsın istedik. Hiç değilse bu borç bilincini farkettirirsek, müselmanın malı ortaktır misâli, borç yüklerimizi paylaşırsak görevimizi yapmış oluruz…
Kapitalzâde Sam Efendi ve Popstar Heyeti
Bir politik mecmua da, etliye sütlüye karışmadan müziğimizi tebliğ etmek ne mümkün, mamafih mecmua siyasi olmasa bile, bizim yedi gün yirmidört saatimizi siyasetle geçirmemizden ziyâde, artık evrensel sosyopolitiğin önemli bir mihenki durumundadır. Müzik bir kültür öğesi olması dışında işlevsel bir siyasettir. Hatta günümüzde müziğin kültürel tanımı, tanımın kullanıldığı alanın en gerisine itilmiş durumda. Çeşitli müzik formlarının evrenselleşerek bütün dünyaya mâl olmasıyla, işitsel kültür normlarında toplumsal kulak değişimleri olmaktadır. Zaman ilerledikçe -bu değişime paralel olarak- uygarlıkların gündelik yaşantıları da değişebilmektedir. Yani psikososyo(jeo)politik savaşının sac ayaklarından birisi müziktir. ABD’nin çizmiş olduğu özgür(!) dünya haritasına baktığımız zaman, yarı demokratlaşmış(!) ve demokrat olmuş(!) ülkelerde, bahsettiğimiz bu değişim rüzgarının akışı daha hızlı olmaktadır. Biz Türk milleti, hazır yaşamlara Orta Asya’dan beri alışkın olduğumuz için, paket programları kolayca benimseyip kullanabiliyoruz; hatta istendiği zaman eskitebiliyoruz da… Ancak Türk Mûsikîsi -nasıl ki Türkler eskiden İslâm’ın kılıcıydı- dimdik ayakta ve Cemil Bey mektebinin de etkisiyle her zamankinden daha güçlü öylece kale gibi durmaktadır. Bugün mûsikî nazarîyatımız (teori) o kadar güçlüdür ki, dünya müziklerini tasnifleyecek olursak, nasıl eskiden Osmanlı ve diğerleri demişsek, bugün de “Bu Türk Mûsikîsidir ve bunlar da diğer mûsikîlerdir” diyebiliriz. Bizim nazarîyatımızda içtihad gibi bir problem de yoktur üstelik. Problem özgüvensizlik ve kadirşinasların eksikliğindedir.
Özellikle bizim insanımıza özgü bir nitelik de, müziği her alana sokmakla birlikte, alanlardan çıkartabileceğimiz menfaatleri de müziğin sayesinde elde etmemizdir. Üzülürüz şarkı söyleriz, seviniriz söyleriz; yolda yürürken söyleriz, mutfakta söyleriz, salonda söyleriz… Bizim için doğal hiçbir kısıtlama yoktur. Eskiden âşıklarımız bağlaması sırtında diyar diyar gezerlerdi; kimse onların kara kaşı kara gözüyle ilgilenmezdi. “Zaman ilerledikçe insan aklı da ilerler.” tezinden yola çıkarsak, acaba onlar mı yanlış yapmıştı? İşte büyük ödüllü soru: Bizi kendi halimize bıraksalardı neler olurdu? Bu soruyu sonraya bırakacak olursak, bugün dünya siyasetinde, sözde aydınların gözden kaçırdığı en etkin kontrol yöntemi müziktir. Bir toplumun psikolojisini yönlendirmek için kullanılabileceğiniz en etkili yol müziktir. Toplumu korkak, pısırık ve kaderci mi yapmak istiyorsunuz? Sürersiniz piyasaya arabeski size çevrilmiş gözlerden kurtulursunuz. Ayarlı aydınlarınızı da kurarsınız, güzel bir de sosyolojik tanı koyarlar: “Varoşların, fakirlerin kendilerini ifade edemeyişlerinin dışavurumudur.” diye. Onlara cevabımız: “Hadi oradan!, halt etmişsin! Bu milletin mayasında var mıdır böyle zavallı, aciz ve rezil gösterişler? Biz âşıkımızı duvarlara, duraklara, okul sıralarına mı yazmışız, biz çektiğimiz zulmü, aşkı, nefreti yüreğimize kazımışız, hep türkülere dökmüşüz, sevdâmızı sazımızla paylaşmışızdır, dikteye kafa tutmuşuz sözümüzle. Bu hakir durumu zavallı insanımız benimseyivermiştir, nereden bilsin ki gariban, savaşların artık cenk meydanında olmadığını… Toplumu uyuşturmak, duyarsızlaştırmak, avare akıllı, hovarda mı yapmak istiyorsunuz?, sürersiniz piyasaya popüler müziği bakarsınız keyfinize. Çocuğa biberonu verirsiniz ağlamayı keser, bizde düşünüp taşnırız ne kadar karmaşık bir siyaset izlemişler diye, durum bundan ibaret. Var mıdır bizim tarihimizde üç günde meşhur olup beşinci gün unutulan ozanlar? Yaşarken meşhur olan ozanlarımızdan biri olan Yûnus Emre Hazretleri meşhur olayım diye yazmadı divânı -olmak da istemezdi- eminim. Önceliklerimizi karıştırmışızdır, biz avukatlara özenirken kendimizi bakkal çırağı olarak bulmuşuz, hedeflerimiz olmadığı için ulaştığımız yerden de şikayetçi olmamamız gerekiyor.
Bu yıl “Live-8” adında evrensel bir etkinlik düzenlendi. Nasıl olduysa zevkten, sefâdan, paradan, esrardan nevri dönmüş meşhur(?) müzisyenler babalarının hayrına Afrika’daki yoksulluk için ter döktüler(!). Kendileri sayısız lüks arabalarla gezen, şatolarda ikâmet eden bu müzisyenler, nasıl da gösteriş meraklıları… Bizim öyle meşhur sanatkârlarımız var ki, çoğu zaman öğünlerini çay simitle idâre etmek zorunda kalıyor, onlar kalça gösterip küfür etmesini bilmiyor mu? Bu Live-8 organizasyonunun asıl nedeni, bir vicdan hesaplaşmasıdır. Avrupa ve Amerika, geçen yüzyılda sömürdükleri, soykırım yaptıkları; köle olarak çalıştırdıkları kara kıtaya karşı vicdanlarını rahatlatmaya çalışmakla birlikte, sömürülen kıtanın kendilerini sömüren bu ülkelere karşı duydukları nefreti yatıştırmak ve bu fakir insanların gözlerini boyamaktan ibarettir. Onları o hâle kim getirdi diye sormazlar mı adama?
Toplumların alışkanlıkları o kadar hızlı değişmez. Sizce neden karikatür mecmuaları yirmi yıl önceki gibi politik temalı değil de müstehcen? Bizde var mıdır bu kadar hızlı değişimler. Mes’elenin özü şudur: Ortada doğal yoldan bir değişim yoktur, birçok kolda olduğu gibi müziğimiz de kendi değişim sürecinin dışında bir müdahele ile kontrol altına alınıyor. Kontrol altına alınma sebeplerini de daha önce belirtmiştik. Bunun suçunu da -iletişim sebebiyle- teknolojinin üzerine yıkmak yanlış olur. Bizim “…dil, din, kültür elden gidiyor!” diye; “biz adım atacağız ama bize engel oluyorlar” diye mazeretler uydurmaya hakkımız yoktur. Bizim söylenmemiz değil, artık eyleme geçmemiz gereken saat çoktan gelmiştir. Çok geç kaldık, iş işten geçti diye bir mazeret yoktur, bu cehaletin adı da teslimiyetçiliktir. Kezâ bunlardan bizde çok vardır, bir de siz kadroyu şişirmeyin. Bu yazının makâleden ziyâde muhtıra nitelikleri gösterdiğinin ben de farkındayım, ancak şu saatten sonra yapacak fazla bir şeyimiz de yok, bizim insanımıza felsefeden öte, şunu yap!, bunu yap! demek lazım geliyor. Böyle olunca da bizim diktatörlerden farkımız kalmıyor, ne yapalım, içinde bulunduğumuz havuza gelen geçen tükürse; aman canım bir tükürükten ne çıkar dersek, havuz taştığı zaman, keşke yüzme bilseydim diye hayıflanmamamız için, buna da katlanacağız.
Önce Kendimize Kulak Kerelim
Şundan eminim ki, bizi bizden alıp, boşalan yerleri çöple doldurmaya çalışanların karşısına her zaman bir Cinuçen Tanrıkorur çıkacaktır. Bütün engellemelere rağmen müziğimizi Cemil Beyler şahlatacaktır; ilâhî bağı Sâdeddin Kaynaklar korumaya devam edecektir. Bizim yapmamız gereken ise, değerlerimize gönül veren isimli isimsiz kahramanlara hakkını vermektir. Bu hak borcunu nasıl ödeyebilirim diyorsanız, açınız radyoyu Türk mûsikîsi dinleyiniz, harikulâde klasik albüm kayıtlar mevcut, alın dinleyin, konserlere gidin, destek olun… Gel gör ki Hâyy! bırak albüm almayı, on saniye dinlemeye tahammül edemiyorlar. Bu gediği de isimsiz kahramanların doldurması gerekir. Bu topluma en etkili biçimde hangi yollarla ulaşılabiliyorsa, o yollardan insanları sarsmak ve onları kendine getirmek için çaba göstermeniz gerekir. Muhtaç olduğumuz kudret kendi içimizdedir. Vehbî şahsiyetler her zaman gelirler, bunda bir sıkıntı çekmeyiz, yeter ki bu şahsiyetlere uygun zemini hazırlayalım. Bir adam Allâh vergisi keskin nişan yeteneği ile doğsa, ancak adam körse, bu yeteneğin ne anlamı olur?
Büyük ödüllü sorumuza dönecek olursak: “Bizi kendi halimize bıraksalardı neler olurdu?” demiştik. Cevap vermesi oldukça güç, ama şundan eminim ki, bugün yalnızca tasavvuf müziği icrâ eden bir topluluk kurmak için muhakkak devlet desteği olması şart olmazdı. Ya da borçlu olduğumuz değerler arasında olan bir hocamızın televizyon programları dizisini, Türk Milleti adına konuşmayı kendine layık görmüş olan zât-ı muhteşem idâreciler tarafından, “ağır” bulunarak yayından kaldırma cür’etini gösteremezlerdi. Yakın zamanda, kültürümüze ağır damgası vurup hafif televole politikasına kurban edenlerin üzerlerine öyle bir ağırlık çökecektir ki, yalnız Dede Efendi’nin değil bütün dünyanın ve tarihin eli yakalarında olacaktır. Kezâ dünya da bir düzen olabilirse ancak bu millet ve kültürü sayesinde olabileceğini unutmayalım.
Basit ama gerçekler bunlar, bizden önce de bu sorunlar dile getirildi, inşallâh bizden sonra getirilmez. Bakarsınız bir deliye kırk kerre akıllı dersek aklı başına gelir. Haksız mıyım?
* Işık, Zafer (2005, Eylül). Müziğimizi YARIN Değil Bugün Dinleyelim!. Yarın Dergisi, Sayı: 41
** Minyatür: 22 Şubat 1779 tarihinde, İstanbul’da İngiliz Sarayı’nda verilmiş olan Türk konseri. Britanya kralı hazretlerinin Osmanlı kapısındaki büyükelçisi Ekselansları Şövalye Robertainslie’ye, kendisinin mütevazı ve sadık yaveri Major d’Otée tarafından minyatür biçiminde çizilmiş, boyanmış ve ekselanslarına sunulmuştur. Polonya kralının yardımıyla. 4 parmak yüksekliğinde ve 4 1/2 parmak genişliğinde olan orijinalinden Rum ressamların yaptığı kopya. Kaynak: Pekin, Ersu (2003). Kuram, Çalgı ve Müzik. Kültür Bakanlığı Yayınları